Sayfalar

24 Temmuz 2012 Salı

Robert Bresson (1901-1999)


Hayranı olduğum Rus yönetmen ANDREY TARKOVSKİ'nin de çok beğendiği, sinema tarihinde çok önemli yeri olan ROBERT BRESSON'un en önemli beş filmini seyrettim. 

1901'de doğan Bresson resim ve felsefe eğitimi almıştır. 1930'larda film çekmeye başlamış ancak 1951'de çektiği Bir Köy Papazı'nın Güncesi filmiyle çok yalın, sade, minimalist, bir sinema dili yaratmış ve o şekilde devam etmiştir.


Bresson'un sineması "sakin" sinemadır. "action" yoktur. Sade, yalın; insanı aşırı duygulanımlara (katarsis'e) sokmayan sahneler, yüzlerde sakinlik, fazla mimik olmaması, kameranın yüzlere odaklanmaması, geniş kadraj kullanımı, müziğin çok az kullanımı ve bunların dramatik etkiyi artıracak biçimde kullanılmamasıyla karakterizedir. Bresson'un sinemaya getirdikleri devrim sayılabilir çünkü yaptıkları o dönem geleneksel Hollywood sinemasında söz konusu bile değildir, sonra tüm bunlar iç içe geçmiştir...    


Bresson uzun planlar yerine kısa planlar kullanmıştır ve dolayısıyla kesmeler fazladır.  (Tarkovski sinema dili açısında Bresson'a çok hayran olsa da kesmeleri sevmiyor. Ayzenştayn'a (Sergei M. Eisenstein) olumsuz duygularının sebeplerinden biri budur! 







Bresson yarattığı sinema diliyle Fransız ve Dünya Sineması'nda çok önemli bir yere sahip olup filmleri sayısız ödül almıştır. Ancak, kitlelerin yönetmeni olmamıştır. Sakin sinema (bizde Nuri Bile Ceylan gibi) kitlelerin sineması olmamaktadır. 




Ele aldığı konular temel olarak, yalnızlık, hastalık, yoksulluk, acı çekme ... gibidir. 

Bresson'un seyrettiğim filmleri:


Journal d'un Cure de Campagne (Bir Köy Papazının Güncesi, 1951), Pickpocket (Yankesici, 1959),  Au Hasard Balthazar (1966), Mouchette (1967), L'Argent (Para, 1983 - son filmi) 

İdam Mahkumunun Kaçışı'nı ise muhakkak bulmalıyım!

Aldığı ödüller ve adaylıklar http://www.imdb.com/name/nm0000975/awards                  


Bir kaynaktan şu satırları aldım:

Robert Bresson dünya sinemasında çok özel yere sahip bir yönetmendir. Fransız sinemasında, aynı dönemlerde ürün verdiği Fransız Yeni Dalgası yönetmenlerinden farklı bir yerde, kendisine has ve tek başına ancak kategorize edilebilecek özel bir yerde durur. Yarattığı çok özel stille kendisinden sonra gelen birçok yönetmene örnek olmuştur. 


Sinemayla ilgilenen çoğu insanın adını bile duyunca saygı göstermesine karşılık filmlerinin sinema eleştirmenleri tarafından dahi çok bilindiğini söyleyemeyiz.


Toplam 14 filminin çoğunu başyapıt olarak değerlendirebiliriz. 


Bresson filmlerinin en önemli özelliği ulaşılması zor sadeliğidir. 


Oyuncu seçimlerinde profesyonel olmayan oyuncuları yeğleyen ve oyuncuların oynadıkları rolde duygusallığa izin vermeyen bir yönetmen olan Bresson’un filmleri bu açıdan çok nevi şahsına münhasırdır. 
Kamera hareketlerinde, seste, müzikte ve oyunculuklardaki bu tutumluluk Bresson’un, hayatı “nasılsa o şekilde ve tüm sadeliğiyle” kavrama isteğinden kaynaklanır. Sinema dili, sinemada minimalizm olarak da değerlendirilebilir.


Bir röportajında hayatın içindeki basitlik ve sıradanlıkta, Tanrının adını anmaya gerek duymadan O’nun varlığını görmenin öneminden bahseden Bresson için tüm filmleri böyle bir arayışın sembolü mahiyetindedir. Bu yüzden Bresson söz konusu olduğunda, onun filmlerini salt estetik düzeydeki minimalizmiyle değil, bu minimalizmin sebeplerini, yani Tanrıyı hissetmek ve hissettirmek isteyen bir insanın çabaları olarak görmeliyiz. Bu anlamda Bresson, seyircisinden de aynı şeyi talep eder. Filmin ruhsallığına katılabilmek için de belki Tarkovsky filmlerine benzer şekilde bir teslimiyet ve ruhsal olarak filmdeki yaşantıya katılmak gerekir.
Bresson, filmlerinde özellikle ilk dönem birkaç filmi hariç hep amatör oyuncular kullanmıştır. Bunun sebebini ise, profesyonel oyuncuların filmin istediği ruhsallığa, duygusal atraksiyonları yüzünden katılamamaları olarak gösterir. “Model” adını verdiği oyuncular onun için filmin içinde bulunduğu ruhsal atmosferin modelleridir, başka bir şey değil! Duygusallığın uzağında bir oyunculuk anlayışı Bresson’un çok kendine has özelliğidir. Bresson’a göre filmin ruhsallığı ancak ve ancak duygusallığın uzağında ve üstünde gerçekleşebilir. Duygusallık ise ruhsallığın önüne set vuran (aynen Hollywood filmlerinde olduğu gibi) bir engel gibidir Bresson için.
Filmlerimi yaparken ne yapacağım üzerinde çok fazla düşünmem; sadece açıklamaya kalkmadan bir şeyleri hissetmeye çalışır ve bunu yakalamaya çalışırım…Düşünmek çok korkunç bir düşmandır. Sanat yaparken zekanı kullanmak yerine, sezgilerini ve kalbini kullanmalısın!” diyen bir yönetmen için seçtiği biçimin de bu fikre uygun bir biçim olması kaçınılmazdır.
Filmlerinde dramatik kurguyu çok önemsemeyen, klasik kamera açıları yerine mesela insanların ellerine, ayaklarına ve yaptıklarına odaklanan, genelde hareketsiz, bel hizası bir çekimi yeğleyen Bresson, bu özellikleriyle hemen fark edilen bir stile sahiptir. 


Görüntülerdeki tutumluluğu ve sadece “gerekli” görüntüleri aktarmak isteği, onun kesimlerini sadece gerekli yerlerde yapılması gereken bıçak gibi keskin anlatım imkanları olarak görmemize sebep olur. “Gördüğünü senin gördüğün gibi gören ilk insan sen ol” diyerek aslında hayatın bir kere oluşmuş bir halini aktarmak ister Bresson. 


Bu anlamda, nesnelere ve onların, kişilerin yaptıklarıyla ilişkilerine özel bir önem verir. “Sinematograf Üzerine Notlar” adı kitabında herkesin koşuşturup durduğu ama aslında yavaş olabilen filmlerden ve hiç kimsenin hareket etmediği ama içinde hareket olan filmlerden bahseder. Kendi filmleri de işte normalde yavaş ilerleyen ama insanoğlunun kadîm problemlerine eğildiği için çok yoğun bir içsel düşünceyi ve hareketi çağırırlar. Çoğu filminde diyalog açısından da minimal bir tutum izler Bresson. Sadece “gerekli” olan görüntünün, sadece gerekli olan diyalogları söz konusudur filmlerinde fazlası değil!



13 Temmuz 2012 Cuma

Duyulan Herşeye İnanmak - Araştırmamak, Bilime Düşmanlık

Bilimsellikten, bilimsel bilgiden uzak olup, dogmalarla yaşayanlara atıfta bulunmak için bu resmi koydum!



BİLİM, BİLİMSEL DÜŞÜNCE, BİLİMSEL YÖNTEM nedir? Yakında yazacağım Lütfen izleyin ve paylaşın...



Sabahtan beri kafama takıldı. Ben de her şeyi kafama takıyorum ve giderek ÇOK RAHATSIZ bir insan oldum. Çevrem yadırgıyor. Allahtan facebook’ta böyle rahatsız insanların olduğu bir grup var da, paylaşıp konuşup belki de bir parçacık rahatlıyoruz.  

İnanılmaz değerde bir eğitim-öğretim modeli olan Köy Enstitüleri ile ilgili bir paylaşımı üzerinde 40-50 sene öncesinin değerli ve o sırada tek olan Fen Lisesi’nden (AFL) bir öğrenci, tahmin edebileceğiniz lafları yazmış Köy Enstitüleri hakkında. "Komünist, dinsiz yuvarı olduğu, kızların ilişkilere zorlandığı" falan gibi satırlarca klişe. Belli ki birilerinden duyarak benimsemiş,  “Esasen nedir  bu Köy Enstitüleri tarafsız kitapları yazıları da açıp bir okuyayım” demeden, kendi beyniyle analiz-sentez yapmadan papağan gibi duyduğu yalanları  sıralamış.  Yazının en sonuna kopyaladım. Okuyun, artık güler misiniz, ağlar mısınız bilemiyorum.
Bu kişi AFL'de... Yani demek ki hangi liseye gidersenlerse gitsinler çocuklar bir parçacık bile bilimsel bir eğitim öğretim yok. Tabii on senelerdir adam gibi eğitim vermeyen, çocukların ufkunu açmayan öğretmenleri ve eğitim-öğretim programlarını da (müfredat)  "suçlamak" gerek (yarası olan gocunsun).
Oğlumun öğretmenlerinden ve arkadaşlarımın anlattıklarından  biliyorum, öğretmeleri gereken dersi bile yarım saatte şöyle bir yapıp giden, her şeye ilgisiz, internet kullanmayan, çocuklara ders dışı konularda (dertlerine veya meslek seçimlerine başta olmak üzere) BİR ŞEY vermeye çalışmayan, ayın 15'i gelsin maaş alalım diyerek öğretmenler odasında sigara içen, psikolojiye çok aykırı biçimde çocukları azarlayan, aşağılayan ve böylece öğrenme isteklerini yok eden tipler çok.. . Şimdi, bu gençler, F'cilerle karşılaşınca -- onlar gayet ilgili, yumuşak, küsme, kızma yok.... -- bağlanırlar tabii.

Bu çocuklar F yurtlarında "eğitilirken" "bizim" MEB ve okullar ne yaptı?? :(

CHP ne yaptı? Kendi içinde didişmekten başka, sonra ve şimdi de başbakanla laf yarışı yapmak dışında...

Suç CHP’de yani ana muhalefette,
ve

"Yetmez ama evetçi" gibi (bunların içinde biliyorsunuz "sanatçı"lardan, "aydınlardan" iş adamlarından, "normal " vatandaştan her kesimden insan mevcut) muhakeme, neden-sonuç ilişkisi çıkarma, olanlara bakıp ileriyi görebilme  çıkarsama yapabilme gibi gibi ÜST DÜZEY BİLİŞSEL becerilerle ilgili beyin üst korteks bölgesi  gelişmemişlerde (Beyin konusunda doktora esnasında bir ders projesi yaptığımdan ve sonra merakla çok okuduğumdan ve tezimde de kullandığımdan oldukça iyi bilirim… )

İnsan üç bileşenden oluşuyor Tınaz Titiz’den duymuştum sanırım, çok yerinde bulurum:
1- Akıl fikir düzeyi (zeka denebilir!)
2- Kişilik
3- Ruh yapısı / ruh sağlığı.
Vicdan, dürüstlük, yolsuzluk yapmamak, çıkarcı olmamak…  Bunlar KİŞİLİK içinde olmalı.  
İşte bu çocuk gibilerde zeka var olabilir. Ama diğer ikisi, ve daha yukarıda  bahsettiğim F’cilerin anladığım kadarıyla anlayışlı, sabırlı, her türlü ihtiyaçlarını giderici yaklaşımları ve maddi ihtiyaçları da karşılamalarıyla onlara yakınlık duyuyorlar, seviyorlar, benimsiyorlar... Karşıt fikirleri, tarihsel olayları okuyup kendileri bir analiz ve senteze ulaşamadan. O yaşta çocuklar ergen. Sorunları çok. Hele ki tamamen alışılmadık, yapyabancı bir kentte gelindiğinde ne çok maddi sorun ve daha da zoru, psikolojik sorun yaşanır… Hocalar da anlayışsız ve ilgisizdir kuvvetle muhtemel. Aileden çok sağlam değerler ve Atatürkçü bilinci almamışlar bunların takipçisi oluyor, her söylenene kanıtsız inanıyorlar… (Ben her ne kadar psikolojik olarak bunu açıklasam da ben hala ilk maddeye takılıyorum!, fakat şu da gerçek: kırk kere tekrarlanan şey beyne girer, yerleşir. )
1980’lerde bir süre F yurtlarından birinde  zorunluluktan birkaç  hafta kalmak zorunda kalmış ve sonra kaçabilmiş birkaç arkadaşın macerasını duydum da… Sonunda nihayet gayet dikkatli plan yaparak sabaha karşı kaçmışlar, yağmurlu, karanlık bir Ankara havasında... Film gibiydi..:( O tarihte Ankara’da 2000 böyle apartman varmış... Tv günah imiş, yani yasak. Radyo çok  zor, gizli.. Gitmesinler diye bavulları takipte...

Hala uyanmayanlar, “her sey iyi, abartıyorsunuz, bunlar komplo teorisi" diyen beyinler, daha ne olmasını bekliyorlar ANLAMAK için! Saçı açık diye hemen dibimizde otobüse alınmayan kız vakası için “yaaa bir kere olmuş, ne olacak diye” bakıyorlar.. Ya da bunu okumadıkları, duymadıkları için şaşkın, boş, ve sanki yalan söylüyormuşuz gibi bakıyorlar. Herhalde HİÇ okumuyorlar bu insanlar. Sadece Hürriyet, Sabah ve benzerlerini okudukları için, ülkeyi güllük gülistanlık zannetmekteler. 
Girdiğim her ortamda “gayet iyi her şey” diyen üniversite eğitimlileri duyduğumda onlara “ Pes yani! bu kadar da körlük sağırlık, beyinsizlik olur mu!” diye bağırmak, ve sonra oradan hemen kalkıp gitmek ve bundan sonra da hiçbir ortama girmemek istiyorum.  Atı alan Üsküdar'ı geçmiş, bunlar pembe hayaller içindeler... Her konuda böyleler. Samizdat’ı duymamışlar da vardı geçende baya zeki ve eğitimli bir grupta, kan beynime çıktı yavaş yavaş.... Utanç duyuyorum.

EN ÇOK KIZDIĞIM KİTLE BU. BUNLAR SEBEBİYLE BU DURUMDAYIZ. Referandum artık son kilometre taşıydı çünkü.

Köy Enstitüleri hakkında genç bir fen liseli ama bilimsel düşünme, bilimsel yöntem hakkında hiçbir şey bilmeyen, birilerinden duyduğu yalan dolan şeylere tamamen inanmış kişinin söyledikleri: (İmla hatası çok fazla, düzeltemiyorum o yüzden)

militan,komünist,dinsiz,imansız,vicdansız,ahlaksız,pislik hocaların cirit attığı gençliği zehirlediği şer yuvalarıdır köy enstitüleri...bu milleti kandıramayacaksınız daha fazla zehirleyemeyeceksiniz... 

okullardan din derslerini kaldıran,din müesseselerini kapatıp 40.000 din talebesini sokağa döken Halkçılar,müslüman halkın mukaddesatını kutsal değerlerini yıkıp kendi akidelerini kendi sapık zihniyet ve ideolojilerini yerleştirmek için köy enstitülerini açtılar,devlet hazinesinden oluk oluk milyonları bu ahlak ve iffet mezbahası olan batakhanelere döktüler, 

kız oğlan karışık olduğu için sevişmeler fuhuş rezaletler tabi hale gelmişti,çoğu kızlar diploma yerine bir piç ile evlerine döndükleri çok defa tespit edilmiştir.

kendileriyle münasebet kurmayan kızlar tehdit ediliyor dövülüyor hatta bıçaklanıyordu. 

ilköğretim genel müdürü ismail hakkı tonguç bu enstitülere sık sık gider,okulda içkili danslı ziyafetler verilir,kız öğrenciler sakilik içki sunuculuğu yapardı... 

ismail hakkı tonguç kız ve erkek öğrencilerin cinsi ilişkileryle ilgili olarak da şöyle konuşmuştur : köy enstitüleri öğrencilerini bu yoldan ayıramayız... 

gönen köy enstitüsündeki romanyalı hristiyan yorgi kramus komüni,stlikten 8 ay mahkum olmasına rağmen köy enstitüsünde öğretmen olarak bulunması idarecilerin maksadını apaçık göstermektedir 

halkçıların gözdesi ismail hakkı tonguç 1946da gölköy enstitüsüne kalabalık heyetle gitmiş okulda şerefine içkili danslı ziyafette bir aralık mumlar söndürülmüş karanlıkta dans edilmiş melun lanetli vatan haini nazım hikmetin '' mehmetçiğin kolu bitle dolu, bit mehmeti yer mehmetçik biti'' adlı manzumesi okunmuş,mumlar yanınca çiftler kimlerle birlikte sarmaştıklarını görmüşlerdi.. 

öğrencilerden bazı kızlar rusyaya gönderiliyor,orada iyice komünistliği öğrendikten sonra geliyor,milli eğitim bakanlığı bu kızları(!) mümtaz seçkin öğretmen olarak köy enstitülerine tayin ediyordu... 

ismail hakkı tonguç 1946da mersinin düziçi köy enstitüsüne gitmiş ,dikiş atölyesinde şerefine(kaç paralık şerefi varsa köpeğin) verilen içki ziyafetinde davetliler şarap içmiş tonguç ta bir kilo rakı çakıştırmış içmiş sonra ziyafette sakilik yapan öğrencilerin kolları göğüsleri açtırılmış sıkıştırılmış bir iddiaya göre dar yerlerden geçirilmiştir...bu enstitüde 14 yaşında bir kızın bekaretinin bozulduğu haberi ayyuka çıkmıştı.

köy enstitülerinde marks ve engels'in komünist beyannamesi okutuluyordu, düz içindeki türk bayrağındaki ay-yıldız yerine orak çekiç konulmuştu.

hasan ali yücel mekteplerde okutulmak üzere 'türkçe metinler' adıyla bir eser yazdırmıştı...bu eserde din ve din kitaplarıyla alay ediliyordu,ahlak kaideleri yıkılıyor,milletin halkın tarihi şerefi inkar ediliyor,komünist prensiplere göre kahramanlık bir vahşet şeklinde gösteriliyordu.. 

tevfik fikretin 'arşa hırlayan' meşhur dinsizlik manzumesinden Allahı dini peygamberi inkar eden Allaha şirk koşan parçalar bu eserin içine alınıp gençleri zehirliyordu 

bu köy enstitüleri denen müesseselerde 'senin karın benim karım' anlayışını normal gören yayan gençleri zehirleyen propagandalar yapılıyordu...tamamen mezbelelikten ibaretti... 

bu topraklarda komünizm sosyalizm anaşizm tutmaz ,bu coğrafyaların insanı müslümandır ve müslüman kalacaktır , batıcı laik kemalist marksist leninist stalinist maocu olmayacaktır,,,,




















4 Temmuz 2012 Çarşamba

Arkadaş kimdir?

Çok incelikli bir konu. Duygu ve düşüncelerimi tam olarak ifade edebilecek miyim, bilemiyorum.

Dr. House dizisinin tüm bölümlerini izledim, haftalardır, günde 5-6 bölüm izleyerek. 177 bölüm !

Son bölüm sıkıcıydı aslında, kilometre dolduruyordu. Ama..... o gece, ve ertesi gün etkisinde kaldım sonunda olan şey yüzünden. Ve hala...

Zaten son zamanlarda düşünüyordum Arkadaş kime denir? diye.. Hislerim tatsızdı... Dizinin sonu bu ruh halime denk düştü...

Sizi çok iyi anladığını, sevdiğini, değer verdiğini söyleyen (siz de ona aynılarını), görüştüğünüzde saatlerce birbirinizin sözünü tamamlayarak, son derece akıcı, leb demeden leblebinin anlaşıldığı, çok keyif veren bir sohbetin yapıldığı, ama bu görüşmenin senede ancak bir iki kere yapıldığı biri mi? Bazen daha seyrek...


Seni seviyorum, görüşmesek de hep aklımdasın... görüşmesek de birbirimize hep iyi duygularımız var, hep kalbimdesin diyenler.. arkadaş sınıfında mıdır? olmalı mıdır?

"Yaaa özledim, görüşelim" ya da "seninle konuşmak istiyorum, hiç iyi değilim, fikir teatisi yapsak" dediğimde:

- Bu konuşmayı bilinmeyen/çıkmaz ayın son çarşambası gibi bir tarihe erteleyenler...

- Veya "biz falanlara gidiyoruz, hadi hemen gel" diyenler.. Oysa 30 senelik arkadaşım olarak bilmeli o anda hazırlanıp dışarı çıkmam imkasız, ben sadece oturup başbaşa konuşalım istiyorum. Beni dinlemene ve birkaç cümle söylemene ihtiyacım var... Bu empatisizlik..( Derdi olanın, falancalara giderek ya da dışarı çıkarak  derdinden kurtulacağı formülünün herkes için uygun olduğunu zannetmek... olmaz ki! Eve kapanmak evet depresyonu artırır, ama ben şu sıra seninle konuşmak ihtiyacındayım, kalabalığa karışıp, merhaba, memnun oldum, nasılsınız falan demek istemiyorum...

- "Konuşamıyoruz ama bari mektup yazayım" diye saatler harcayıp yazdığım uzun mektuba "en kısa zamanda görüşelim" diyerek üç kelime yanıt verenler.. ve o görüşmenin hiç yapılamaması..

Bu saydıklarım, başıma geldiği için örnek olarak verdiğim durumlar. Başka çeşitlemeler de olabilir aklıma gelmeyen.

Kötü gününüzde yanınızda olmayanlar arkadaşınız mıdır? Arkadaşlarım başlıklı bir liste yapacak olsanız, bu listede olmalı mıdırlar? Yoksa öylesine birer tanış mıdırlar, tanıdık, ahbap,...?

Benim sorunum herkesi kendim gibi zannetmemdir hemen her zaman, her konuda. Dost/arkadaş bildiğim, ya da sadece öylesine biraz tanıdığım biri, gece yarısı bile arasa ve dese ki "seninle konuşmak istiyorum" iki elim kanda olsa atlar giderim, gitmişimdir de zaten. Benle konuşmak istediğine göre bana değer veriyor ya da bana ihityacı var demek diye düşünürüm. Haksız da sayılmam. Ama hemen hemen kimse böyle değil :(

İşe yaramayan hatta aşağılayıcı, hatta dayakçı koca için arkadaşını ekerek hala o kişiye saçını süpürge eden iş güç sahibi kadın arkadaşlarım :( Bu derin psikolojik sorununun farkında olmayanlar...:( Bunları eleştirmemeliyim değil mi? Ama eleştiriyorum, kızıyorum... Biraz içinize bakın, deşin, gerçekte istediğiniz ne. Ayrıca, zor durumda olduğunuzda yanınızda benim olma ihtimalim mi fazla o kocanın mı?

Hayatta bir kere bile birlikte sinemaya, konsere, yürüyüşe, kahve içmeye gitmediğimiz kişiler... Arkadaş mıdır?

Hep iş, güç, aile... İnsanların özüne bakmaması, geleceğini düşünmemesi. (Çok gerçek maddi ya da aile sorunları için demiyorum bunları, ama gene de zaman ayrılabilir ve yapanlar da var çok şükür)...


G mesela.. Kaç senelik arkadaş... "Gelsene" (iyi veya kötü günümde, öylesine..) diye aradığımda (ki ben ona çok uğrarım, evi ve iş yeri bize bir sokak) iş "sen gel ben gel"e döner... :( Ve o sormaz genelde "sen nasılsın?" diye, ben ona durumlarını sorar, konuşturur dinlerim. Ah, psikolog olmalıydım, 30 senedir okuduğum psikoloji bir işe yarardı.

Yıllar hızla aktığından S artık çok eski arkadaşım, gerçek dostum, okuldan falan değil, iş yaşamından... Ne zor durumlarda olduğunu iliklerime kadar hissediyorum. Onun beyninin hangi nöronları ateşleniyorsa (aktif oluyorsa, yani fMRI'da ışıklanıyorsa) onları konuştuğumuzda bende de aynıları olur, biliyordur bunu.. Ama o hep yanımda olmuştur. Çünkü onun iş ve aile ve sağlık durumlarını ÇOK iyi bilmeme rağmen arıyorsam ve "sana ihtiyacım var" diyorsam, çok ihtiyacım var demektir. Gerçekten ona ihtiyacım var demektir, bilir. İşte arkadaş budur. Her şeyi açıklamana gerek olmadan ses tonundan anlayan, koşan...  Bazısına da ne kadar açıklasan da anlamaz, o da ayrı... Hey allahım....:(


S'ye tüm sevgim ve saygımla...


Bir arkadaşım da Barış. S ve Barış dışında şu an kimseyi sayamıyorum. Zaman zaman beni çok kırmasa, H'yi de saymalıyım.

Barış da S gibi ÇOK iyi dinler, çok. İnce detay bir sürü şeyi analiz ederiz, konudan konuya atlarız 5 saat, konu bitmez..."Stalker" ya da "Outliners" (ki bu kitabı kaç kişi bilir yani!) dediğimizde bunları biliyoruzdur. Açıklamak gerekmez... Bu bağlamda başka arkadaşım yok.. Ama henüz ona "Barış pek fenayım şehre gel de konuşalım" demedim (Şehrin biraz dışında çalışır ve ikamet eder). Ama biliyorum, gelir.

Çok zavallı gibi tanıttım kendimi... Çok kişi bu arkadaşsızlık durumundadır olasılıkla, ama bu kadar düşünmemiştir üzerinde. Hele erkeklerin, kadınlar gibi "konuşacak birine " ihitiyaçları yok (var da... farkında değiller... erkek beyninde duyguların olduğu bölümü sözel beceriler bölümüne bağlayan kısım çok küçük.. this a scientific fact)  maç izleme, içme, geyik muhabbeti, poker yetiyor onlara genel olarak..


Diziye dönelim...

Sürekli aptalsın, aptalsınız diyen, bencil ötesi, kimseyi sevmeyen, tatsız şakaları olan, insanı cidden zor durumda bırakan adam (dizinin baş kahramanı) en yakın arkadaşı, tek arkadaşı (hatta bu baş kahramaının arkadaşlık kavramından haberi bile olmadığını görüyoruz, algılıyoruz 175 bölüm boyunca) ama arkadaşı (bir onkolog) kanser olup kemoterapi alıp 1-2 sene içinde hastalanelere gelip gitmeyle, sürünerek ölmek yerine, kalan beş ayını kemo almadan, yapmak mistediği şeyleri yaparak zaman geçirmek istiyor. Arkadaşı bundan vaz geçiremiyor onu, "sana çok ihtiyacım var benim için mücadele et" demesine rağmen. Çünkü ikisi de doktor, kaçınılmaz sonu biliyorlar.  Kanser olan "Korkuyorum... Bu beş ay yanımda ol" diyor. Arkadaşı; o aksi, bencil ötesi  arkadaşı, dizinin sıradışı kahramanı, İŞİNİ BIRAKIYOR. Kanunlara karşı geliyor (ayrıntıya girmiyorum) salt arkadaşı ile beş ay geçirmek için... Onun son beş ayında yanında olmak için.

Yemyeşil arazilerde manyak hızda motosiklet sürerler ve kahkahalar atarken, dizi bitiyor. Çok amerikan.. Ama ben arkadaş derken böyle birini kasdediyorum, artık.

Not:
Bu arada şunu belirtmek gerek, bizde hala ve hala, hasta hakları hiçe sayılarak, kanser olup artık kesin olarak belirli bir süre ömrü kaldığı kesin olanlara bu söylenmiyor... Yakınları da saklıyor, "bak enginar ye, iyi olacaksın"!!! İnsan bilmeli ki, bu dizideki adam gibi ne yapmak istiyorsa şu fani hayatta yapsın. İnsan bilmeli ki kime ne bırakacaksa bıraksın, banka hesaplarını vb ayarlarsın.... Kime NE demek istiyorsa desin, özürleri varsa dilesin, sevgisini söylemedikleri varsa söylesin. Öyle belki yaşarım diye brokoli ve enginar yemeye çalışarak ölmek yerine... Hasta yakınlarına da şaşırıyorum; bir insanın hakkı değil midir bunları bilmek. Dizinin bir bölümünde, artık öleceği kesin tüm organları iflas etmiş komadaki hastayı bile geçici olarak uyandırıp (oluyormuş demek! başucundaki kişiye, eşine/sevgilisine veda etmesi sağlanıyor. İşte Amerika-Türkiye farkı. Bu konuda onlara hak veriyorum)
.........................................................................................................................................................


Düşündüm kaç arkadaşım var böyle, son aylarım diye birşey olursa, yanımda olacak, benle Arjantin'e gelip tango yapacak, denizlere açılacak.. aklıma bunlar geldi ilk :) ?! Belki Barış? Ne dersin?

Ciddi bir hastalığımda ve tedavimde hiç aramayanlar (öyle 3 kişiyi attım zaten, bencillik ve umursamazlıkları akıl alır gibi değildi, çok zavallı olmalılar),  diğerleri de ne kadar geldiler? Yani gerçek ortada...
O dönem için H'ye ve E'ye buradan teşekkür etmeliyim...

Bende mi sorun? Olabilir. Ama gene de sayınca 2-3 kişi çıktı, fena değilmiş durum. :) :)

Ama siz de sorun kendinizde hayatınızın son 3-5-6 ayı kalsa yanınızda kim olur işini gücünü bırakarak... Bu sadece dizi demek doğru olmaz.. Arkadaş budur. Bence. Sizce nedir? Lütfen yorum yazın.