Sayfalar

20 Ekim 2012 Cumartesi

İspanyolca kursu, paylaşmak, facebook, Bahman Ghobadi

Bugün, neredeyse gitmeyecektim İspanyolca kursuna. "Hayatımda bir kere de bir dersi kaçırayım" dedim! Evet, ne ilkokulda ne ortaokulda ne lisede ne de üniversitede bir dersi bile kaçırmadım; hadi abartmayalım belki üniversitede bir iki ders olmuştur! Ama fazla değil.

Evde şahane bir İran filmi izliyordum (Serçelerin Şarkısı) ve blogumda ya da feysbukta bundan nasıl ve hangi kelimelerle bahsedeyim diye düşünerek kah gülerek kah gözlerim dolarak... Giderek kapanan  ve yağmur yağdı yağacak havada kanapeye yayılmıştım.. Akşama dek 3-4 film izlerim diye aklımdan geçiriyordum ki on dakikada hazırlanıp çıktım... Yürüyüş de yapmaktı amacım. belki de bugün temel amacım buydu. Doktorlar her gün en az yarım saat yürü diyorlar, ben pek çok gün evde oturuyorum, çikolataları da götürüp sonra her sabah tartıya çıkıp kilo vermiş olmayı umuyorum ki elbet böyle bir şey olmuyor.

Etiler'deki Dernek'e kadar yürüdüm Evden tam yarım saat, çok hızlı ve ritmik yürümek kaydıyla.

Ders başladı... Allahım. Artık yaşlanmışım, hoca sanki çok hızlı gidiyor... Defterlerim, kağıtlar üzerindeki notlarım ve kitap ve de adamın dağıttığı alıştırma kağıtları içinde yetişmeye çalışıyorum kan ter içinde!

Haftaya bayram, ders yok. Bir sürü ödev verdi. Zaten yaptıklarımızı gözden geçirmek ve temize çekmek baya iş...

Evet yürürken yahu dedim, beynimi çalıştırayım diye bu kadar zorlamak iyi mi? Bilemedim. İlerde beyne bilgileri zerketmek muhakkak ki olacak ama henüz değil (beyindeki sinir hücrelerinin (nöronların) birbirine bağlanmasıyla öğrenme oluşur. Ne kadar görür, öğrenir, bilgilerinizden yeni bilgiler üretirseniz nöron bağlantılarınız artar... Doğdugunda çocuk, çok azdır nöron bağlantıları, büyük bir hızla artar. Ama tabii çocuğu bir yere kapatır ve hiç bir uyaran ile karşı karşıya bırakmaz iseniz, oluşmaz; beyni gelişmez, bu bakımdan otoban kenarlarında büyütülen, veya arabasına konup güya gezdirilen ama önüne bir battaniye, örtü örtülen çocuk he hava alamaz allah o anabablara akıl versin hem de çok çok az uyaran ile karşılaşır beyin gelişmez, bunlara çok üzülürüm, veya kreş yerine evde bakıcı ile baş başa bırakılmak... veya pek az oyuncağı olmak, ve/ya evde şuna buna elletmemek, bunları o çocuğun nöron bağlantıları oluşturma kapasitesine, potansiyeline ket vurur! So, be careful!). Eğitim öğretim işleri zorlu. Zor, uzun... emek istiyor. Öğrenmekten hep zevk almışımdır ama son 1,5 senedir alamıyorum! Maltepe'deki kadın dekan baydı, soğuttu beni her şeyden, öldürdü tüm motivasyon ve öğrenme araştırma zevkimi. Kabustu. Psikoloji profesörü! Öhö öhö... Şimdi başka üniversiteye gitmiş sanırım başka insanları da sinir etmek için / baymak için / üzmek için / küçük görmek için...

Eve geldim.. Film kaldığı yerden izlenecek, çok az kalmıştı, sonra iki İran filmi daha izlerim.

Kendimi, oldum bittim, yalnız hissederim. Bu yalnızlık meselesini taaa ne zaman psikiyatr ile konuşmuştuk. Aslında sayınca insanları, belki yapayalnız değilim. Ama esasen benim kasdettiğim yalnızlık; yani derdim pek çok şeyi paylaşacak kimse bulamamam. Yüzlerce film izliyorum, Tarkovski, Ozu, Bunuel, şu bu, şimdi Ghobadi, Kiarostami... Kimle konuşacağım bunları.. Yok.. Kitaplar okuyorum, müzikler dinliyorum, paylaşacak kimse var mı? Yok. Benim hayatım hep böyle oldu. Yanlış insanları mı arkadaş yaptım?!?!? Şimdi artık baya bi okuyucusu olan bu bloga yazmakta bir beis görmüyorum içimi dışımı, yazmalıyım, hiç değilse bunu yapmalıyım. Ancak, maalesef en yakın, en yakın  arkadaşım olan birkaç kişi o kadar istememe, arzu etmeme, söylememe, anlatmama rağmen fb izlemiyorlar. Diyorum ki "siz fb'ye bakmadıkça, örneğin resimlerimi görmüyorsunuz, Bozburun'da, NYC'de ne yaptığımı görmüyorsunuz,  Ege ODTÜ'yü kazandığında o an ve o gün neler hissettiğimi bilmiyorsunuz, çünkü o yazımı okumadınız, okuduğum kitapları ya da çeşitli konulardaki düşüncelerimi bilmiyorsunuz. Size, her birinize tek tek her gün telefon açıp da bunları anlatamam ki..Aynı şey sizin için de geçerli. Telefonu nasıl kullanıyorsanız fb'yi neden kullanamıyorsunuz?? Anlayamıyorum. IBM'de çalışmış olup --yani teknololojiye hele de bilgisayara çok yakın olan /olmuş kişilerde de var bu direnç... Garip... Ben ayak uydurdum doğrusu... Konuya dönersem, fb özürlüsü, çağa ayak uydurmakta direnen bu dostalarımla görüşemiyorum, paylaşamıyorum; çünkü malum İstanbul koşullarında  ayda yılda bir görüşülüyor zaten.

Aslında bu fb konusunda onlara "ısrarımı" Ege netleştirdi. 19 yaşındaki çocuk bu insanların bir türlü anlamadığını (!) bir cümleyle özetledi: sen paylaşmak istiyorsun !!!!! Şaşırdım... Bravo dedim. Evet, ben paylaşmak istiyorum onun için habire onların fb izlememesine takılıyorum. Ama bu sözcükle ifade etmemiştim hiç. "Onlar paylaşmak istemiyor mu hiç bir şeyi acaba?" diye sordum Ege'ye. Düşündü bir iki saniye: "Herhalde istemiyorlar, herhalde öyle bir ihtiyaçları yok" dedi....

Akıllı çocum... Ama o da "terketti" beni. Liseye başladığından itibaren böyle. Yaşamın bir gerekliliği tabii, kendi hayatı var, büyüyor, gelişiyor, ana dizi dibinden kopuyor, koptu. Elbette. Ankara'ya gittiğinden beri de iyice koptuk :( Eskiden o İstanbul'da iken gün içinde bir sürü kısa mesaj gider gelirdi aramızda, şimdi, çok seyrek attığım sms'lere bile yanıt yok :(   ). Hayat....

Entellektüel düzeyde paylaşım yapabileceğim kimi kişiler var elbette. Ama biri hep seyahatte. Sayısız yurt içi ve dışı seyahatler... farklı arkadaşlar... "Ben de yalnızım" derdi, ama kanımca değil. Şimdi de ailesinin yanına gitti. Çok sevdiğim bir arkadaşım vardı o da güya beni sever, ama hiç hiç hiç zamanı yok! Buna inanmam. Aynı şehirde insan zaman bulur. Zaten yazılarıma da bir geri bildirim vermez.."Beğen" bile yapmaz. Yanlış kişileri arkadaş bellemişim ben... Geçende de bir arkadaş küstü bana. Onu da belki bir gün yazarım. İki senedir her görüşmemizde saatlerce dertlerini dinlerdim. Oğluyla ilgili olarak yaşadıkları sorunlara bir eğitimci olarak söylemem gerekenleri defalarca söylüyordum, açıklıyordum... Onun yüklerini yüklenip daralıyordum doğrusu ben kendi yüklerimle yüklüyken. Aramazdı da zaten... Geçende konuştuk; bencilmişim ve anlamaktan çok uzakmışım!!! Allah allah... ve de oha!

450 küsür "arkadaş" yaptım kendime  fb'de. Onlar belki okur diye bir şeyler yazıyorum, ama kimseden yorum da gelmiyor. Tek tük... İletişimi bilmiyoruz kabul edelim. İletişim denen sistemin alıcısı vericisi mesajı vardır ve diğer bir olmazda olmaz öge geri bildirimdir. Geri bildirim (birleşik mi ayrı mı yazılır şimdi kontrol edemeyeceğim) mesajı verene, mesajı alanın bir şey demesi, bir mesaj vermesidir. Verilmemesi iletişimi bozar. İletişim olmaz. Sağda solda bazen bir tanıdığın yanında biri oluyor, tanışmıyoruz esasen.. Orada adlarımızı söylediğimizde, "aaa sizin yazılarınızı okuyorum, beğeniyorum" diyor, çok teşekkür ediyorum ve bazen diyorum ki "keşke bir yorum yazsaydınız da, ben de anlasaydım birileri okuyor diye mutlu olaydım...." . Bir iki kelime geri bildirim vermeye üşeniyor muyuz, ben bunu anlayamıyorum.. Beğenmek şart değil ki, beğenin demiyorum ki, zaten çalakalem yazıyorum: beğenmedim, katılmıyorum, beğendim... vb... tek kelime bile olsa bir şey yazılabilir. Ben illaki herkese bir geribildirim veririm, çenemi tutamam.....

Yorum yapan, "beğenenlerle" daha yakın oluyor insan fb'de değil mi! Sanıyorum fb'nin duvarınıza astığı paylaşımların algoritması da buna göre. 450 kişinin yüzlercesinden tek  bir paylaşımları bile gelmiyor duvarıma. Beğenme olmadıkça onlardan bana, benden de onlara gitmiyor belki. Aslında arkadaşlık kavramını fb doğru ve güzel özümsemiş sanki!! :) Bu durumda 450 .... laf ola bir sayı. On-yirmi kişi ile temastayız...

Amma farklı konulara daldım, çıktım.... Şimdilik kesip, filmlerime dönüyorum. Söğüt Ağacı'nı izliyorum...Nörolog Oliver Sacks'ın kitabındaki vakalardan birini anımsattı. Doğuştan ya da çok küçük yaştan beri kör olan biri, günün birinde gözleri açıldığında korkunç bunalım geçiriyor... öyle eski Türk filmlerindeki gibi olmuyor... Hemen adaptasyon yok yani çevreye, dünyaya, o renk ve görüntü karmaşasına.. Kendi yüzünü bile bilmiyor insan.. Bu durumdaki kimi insanlar adapte olamayıp, kör oluyor... Düşüncenin gücü.. Evet.
PAZARTESİ:
Bahman Ghobadi'nin VATANIMIN ŞARKILARInı izledim. Şiddetle öneririm, şiddetle. Bunları ve daha neleri neleri Türkçe altyazıyla bulmak inanılmaz. Sinegoz'e bağış yapacağım.
Ghobadi'nin son filmi Türkiye'de 26 Ekim'de gösterime girecek imdb'nin yalancıyım. GERGEDAN MEVSİMİ. Yılmaz Erdpğan da oynuyormuş. imdb'de puanı 293 kişinin oyuyla 8,5.


19 Ekim 2012 Cuma

Andrey Tarkovski-V: "Anahtarları o zamana kadar bana verilmemiş bir odanın kapısında buldum kendimi" diyor Bergman

"Oysa Tarkovski o odada elini kolu sallayarak rahatça dolaşıyordu"

"Andrei Tarkovski önceden haber vermeden Londra'da ortaya çıktı... Son anda duyulmasına rağmen konuşma yapacağı ....... salonunda yer kalmadı, biletler kapışıldı" !! (Şiirsel Sinema adlı kitaptan) 
SSCB'den Londra'ya, oraya buraya gitmek çok zor. Ama işte, zaman zaman gidebiliyor ve Avrupa'da merakla bekleniyor kendisi. Hem bu zor gelişleri, hem filmleri, görüşleri, hem duruşu, konuşmalarıyla karizmatik ve gizemli...


İvan'nın Çocukluğu'nun 1962'de Venedik Film Festivali'ne (yanda resim) bir meteor gibi düşmesini izleyen ilk söyleşilerden, Aralık 1986'daki vakitsiz ölümünden hemen önce verdiği son söyleşilere kadar uzanan yelpaze sunulmaktadır Şiirsel Sinema isimli kitapta. 

Söyleşi yapanlar sürekli sanat, sanatçı, sinema üzerine görüşlerini ve filmlerinin anlamını sormuşlar her söyleşide elbette. O da bıkıp usanmadan aynı/benzer cevapları verdiğinden, okuya okuya kafamda bir şeyler oluştu. Yoksa tek okumada anlamak güç. Adam bir deniz derya. Her konuda düşünmüş. Görüşleri, değerleri net, berrak. 

İsveçli büyük yönetmen Ingmar Bergman 1987'de yayımlanan otobiyografisi Büyülü Fener'de Tarkovski'den bahsederken, onun filmlerini keşfetmesini bir mucizeye benzetmişti:

                "Birden kendimi anahtarları o zamana kadar bana verilmemiş bir odanın kapısında
                 buldum.  
Benim her zaman girmek istediğim, onunsa rahatça elini kolunu sallayarak
                dolaştığı bir 
odaydı bu. Cesaretle doldum, bir şeyler kamçıladı beni: Biri çıkmış, benim
                hep söylemek 
istediğim şeyi, nasıl yapıldığını bilmeden ifade ediyordu. Benim
                gözümde Tarkovski en 
büyüktür; filmleri, hayatı bir tefekkür, bir hayal olarak
                yakalarken, o filmin doğasına 
sadık yeni dil bir icat etmiştir."

Japon yönetmen Akira Kurosawa ise Tarkovski'nin ölümünden birkaç ay sonra 1987'de yaptığı bir konuşmada, Tarkovski'nin

                "olağanüstü duyarlılığını hem bunaltıcı hem hayret verici bulduğu"nu söylemişti:
                 "Neredeyse patalojik bir duyarlılığa ulaşıyor. Hayatta olan film yönetmenleri arasında
                 eşi menendi 
yoktur".

Aynı yıllarda Fransız gazetesi Liberation'un gerçekleştirdiği uluslararası bir ankette Tarkovski'nin hayranı olduğu yönetmen Sergey Paradjanov'a (filmlerini bulabilsem) "neden film yapıyorsunuz?" diye sorulmuştur. Paradjanov'un verdiği yegane cevap:

                 "Tarkovski'nin kabrini kutsamak için" şeklindeydi.

Steven Sodabergh Solaris'i tekrar çekmeye soyunduğunda, aleyhteki tüm yorumlara, yeniden yaptığı şeyin, Tarkovski'nin Solaris'ini yeniden çekmek değil, Stanislaw Lem'in kitabını yeniden filme çekmek olduğuna açıklık getirerek cevap verirken Tarkovski'ye hayranlığını hiç tereddütsüz dile getirmiş, Tarkovski'nin Solaris'ini sekoya ağacına, kendisininkini küçük bir bonzaiye benzetmişti.


Stan Brakhage'a göreyse:


                 "Tarkovski en büyük hikayeci film yönetmenidir".


Uzun metrajlı film yaratımının tamamı, 20 senede 7 film olan bir yönetmenin (SSCB'de izin verilen bu!! Yoksa kapasitesi bu kadar değil!) bu denli övgülere mazhar olması bu filmlerin ne kadar dikkat çekici bir başarıya ulaştığının göstergesidir.


Kendisiyle ilgili olarak yapılmış belgeselleri, bunlardaki konuşmalarını da (örn. "A Poet in the Cinema", 1983;  Il Tempo di Viaggio, 1983;  "Moskovskaya Elegiya" , 1987) izledikten sonra hayran hayran hayranım kendisine.  Konuşması, hareketleri... görüşleri, beyni... 


Film yönetirkenki hali.. Var bunlar youtube'da. Kurban (the sacrifice) filminin çekimleri: "Directed by Andrei Tarkovsky" (1988) ismiyle mevcut. Bir film nasıl çekiliyor, hele ki AT tarafından nasıl çekiliyor görmek için. Ayrıca Nostalgia çekimi de "Andrei Tarkovski -Nostalgia" adlı filmde, Andrei Rublev'in çekiminden görüntüler "Making of Andrei Rublev" ismiyle... Daha da var.... 


Uluslararası Andrei Tarkovski Enstitüsü adında, ismini taşıyan bir enstitü var bu olağanüstü sanatçı için!


Bergman, Antonioni, Kurosawa'nın da kitaplarını okudum; hemen hemen bu konularda hiç bir şey bulamadım. şaşırdım. hele her filmi imdb'de 8,5 ve üzeri olan ve benim de çok beğendiğim Kurosawa'nın kitabında sinemaya, sanata ilişkin hemen hiç bir şey yok... Ustalarından öğrenmiş ve uyguluyor, ben bunu anladım. Kendi bir fikir geliştirmiş gibi değil... Kurbağa Yağı Satıcısı adlı otobiyografik kitabından böyle anladım. Antonioni ve Bergman ise biraz daha fazla şey var. Hepsini toparlamak özetlemek istiyorum; sanata ve sinemaya ilişkin görüşlerini elbet...


Ama Tarkovski, Tarkovski!!! Neler düşünmüş, ne düşünceler fikirler geliştirmiş. Çok derin bir adam.... Yazacağım bunları hala yazamadım...Özellikle sanat ve sanatçıya nasıl baktığı....


Düşünebilen ve hissedebilen bir beyne hayranım. Ve değerlerine sahip çıkan, kişisel bütünlüğü tam olanlara.... özü sözü bir olanlara...

(Benim cümlelerim olduğu bariz cümlelerin dışındakiler Şiirsel Sinema adlı kitaptan alıntıdır, FE)

Çalışanların dikkatine: İsterseniz 30 sene çalışın, son 7 sene dikkate alınıyor!!!

Fazla Çalışmanın Zararları 

ÇALIŞANLAR LÜTFEN DİKKAT EDİN! Emeklilik aylığı hesabındaki akıl almaz yasa.

Bileydim böyle olacağını  IBM sonrası YTÜ'de üç sene kadrolu / tam zamanlı çalışır mıydım!!!

Ülkemizin akıl almaz, hukuka aykırı, insan haklarına da aykırı yasaları ve uygulamaları...

1976 senesinde babamın beni sigortalı yapmasıyla, SSK ile ilişkim o sene başladı.

O tarihten beri ODTÜ'de öğrenci asistan, sonra araştırma asistanı (şimdi deyimle asistanı) olarak çalıştım.

1984 - 2004 arasında IBM'de çalıştım, tavandan prim ödendi SSK'ya  tam 20 sene.

Şimdi buraya dikkat: 

2000-2004 arasına IBM'den ücretli izinliydim IBM'e özgü erken emeklilik paketiyle. Bu arada başka bir yerde çalışmamda hiç bir engel yoktu.

2001-2004 arası YTÜ'de öğretim görevlisi (tam zamanlı çalıştım, Emekli Sandığına bağlı olarak).
Yani bu seneler arasında hem SSK'ya hem de ES'ye prim ödedim, SSK'ya TAVANDAN, ES'ye tabandan... öğretim görevlisi idim. Derece en düşük..
İki yere prim öderken bir şey demiyorlar. Kaç kişiye sordum! 
Bunu ne getirip (!) ne götüreceğini YTÜ'deki Personel Daire Bşk.lığı da bilmiyor. Kimse bilmiyor.

2004'de emeklilik başvurusu için SSK'ya gittim. Hizmetlerimin birleştirilmesi gibi aslında basit bir iş için ve neticede emekli aylığımı bağlatabilmek için belki 8-9 kere gittim, o merdivenleri sayısız kere inip çıktım, bir keresinde yanımda genç kız yeğenim vardı. "ne bu yaaa??!? " dedi. Çocuğa bile ters geldi kat kata, odadan odaya yollanmak.

Nihayet aylığın bağlanacağını öğrendim.
Bir kağıt verdiler, merdivenlerden inerken göz attığımda ŞOK OLDUM.

2001-2004 arası SSK'ya tavandan ödemiş olduğum primler YOK SAYILMIŞ, HİÇ KAALE ALINMAMIŞ, Emekli Sandığı'na bağlı ve 3 kuruş para olan primler dikkate alınmış!!!

Yukarı çıktım, söyledim. "Emekli Sandığı'nın önceliği vardır" dedi memur umursamaz tavırla. Oysa ben feci mağdur olmuşum.. Umuru değil. O anda onun sorunu değil, ilerde bir şekilde onun da başına gelebilir..

En büyük hukuksuzluk şurada: EMEKLİ AYLIĞINIZ HESAPLANIRKEN isterseniz 30-40 sene çalışmış olun, SON 7 SENE ÖDEDİĞİNİZ PRİMLER DİKKATE ALINIYOR. Böyle -- afedersiniz -- akıl mantık dışı, haksız hukuksuz bir yasa/uygulama --adı her ne ise-- olabilir mi????

Dava açtım. Kazandım.

SSK temyiz etti, dosya yargıtaya gitti, yargıtay her şey dosyada, kanıtlı, net olmasına rağmen tanık dinlensin dedi. Ne istiyorlarsa yaptık ve hakim tekrar lehimize karar verdi. 2. kere kazandım.

SSK yine temyiz etti. Yargıtay, dosyada her belge mevcut olmasına rağmen yine YTÜ'den bilgi istensin dedi. Doğru düzgün bakmıyorlar sanırım dosyaya, bir an bakıp şu istensin bu istensin diyorlar. Ankara İstanbul YTÜ arasında bu yazışmalar, süreçler, tahmin edileceği üzere seneler sürüyor.
Yargıtayın istedikleri temin edildi yine. Artık bu üçüncü sefer hakim nedense reddetti davayı. Yani kaybettik.

Mağdurluğum

1- 2001-2004 arasında SSK'ya ödediğim yüksek primlerin  yok sayılması. Benden ve işverenden (ibm) kesilen tonla prim...
2- Ve yasadaki saçmalık, biraz aklı olan hangi insan bunu makul bulur? Oradaki memurlarda saçma buluyor ama, ister elli sene çalış, son 7 senene bakılıyor. Ben çalışma meraklısı geri zekalı ben, 3 sene vatana millete titizlikte ders vermiş ben, düşük bir emekli maaşı ile onore -edildim.

IBM'de benimle aynı süre çalışmış kişilere göre (ki fazlam var IBM öncesi ODTÜ) son 7 senemin 3 senesi YTÜ'de düşük primle geçtiğinden, emekli maaşım IBM akranlarımdan düşük oldu. 

DAHA UZUN SÜRE ÇALIŞ ense yapacağına, DAHA DÜŞÜK maaş al. 
Sanıyorum böyle bir mantıksızlık, hukuksuzluk, insan hakkına saygısızlık sadece Türkiye'de olur. Devlet, emekli olduysan "otur, öyle hoca sayısının zaten az oldugu üniversitede falan çalışma, tüm birikim ve potansiyelinle otur" diyor; vatana millete faydalı olma. (Çalıştığım bölümde hoca eksikliği had safhada idi. Konuyla alakasız bir doçent blm bşk ve dışardan gelen tek bir hocalıkla alakası olmayan lakayt bir tip vardı.. adam ettik orayı zaman içinde... en çok talep gören BÖTE bölümü haline geldi.)

Kendimi şöyle sakinleştirmeye çalıştım hep: Sahte delillerde, sonradan üretilme cd'lerde adları bir kere geçiyor diye yüzlerce asker, bilim adamı, gazeteci parmaklar ardında çürüyor, hasta oluyor, ölüyor. Hasta yatağı evinde, sevdikleri yanında değil. Cenazesi varsa gene öyle.. Buna neden olanların topuna allah gün yüzü göstermesin. En son Fatih Hilmioğlu'nun 21 yaşındaki oğlu öldü, evinde değil Sincan'da tek başına geceledi. Kanser hastası bir insan. Bu ne işkencedir, bu ne vicdansızlıktır, bu ne acıdır. Jandarma Komutanı'na bırakılmış bu karar, o da adamı, oğlu ölmüş bu eski rektörü, tek başına geceletti hapishanede. Aynısı belki bir ara yaşar da görür, anlar...
Bu durumda, benim başıma gelen ne ki!!! Ama insan yine de isyan ediyor.

Ne yaptık, AİHM'ye baş vurduk. Oraya da Türkiye'den dosya yağdığı için... Bakalım ne zaman ele alınır.

FAZLA ÇALIŞMAYIN, DEĞMEZ.

Aldıkları, ama kaale almadıkları 3 senelik tavandan primlerimi isteme hakkım var. Öderlerse, faizsiz... Avukatım dilekçe yazdı Ankara'ya, çünkü daire başkanlığı orada. Dilekçe üst yazıyla Ankara'dan İstanbul'a gelmiş. Binaya giriş yapmış, ama kaybolmuş!!! Süreçler böyle. Dilekçemizin akıbetini öğrenmek için gittim, dört kapı dolaşıp aslında basit olan derdimi zor anlatıp ilgili yeri buldum. Dilekçeyi bulamadılar. İyice bakalım, yarın gelin, dediler. Tüm bunlar elektronik ortamda yapılamaz sanki, ya da telefonla soramam. 50 sene öncesinin süreçleri; git gel git gel... İkinci kere gittim, her yeri aramışlar, yok. Ama bu beni bulmuş, çok ama çok nadir olurmuş. Doğrudur. Diyorum hep, aksilikler beni buluyor sürekli...(Bunu da dememek gerek biliyorum, daha da negatifi çekmemek için :))

Şimdi dilekçenin eklerini avukattan al oraya 3. kere git (Fındıklı'da). Sonra da bakalım daha kaç kere.

Binadan çıktım, köşedeki, vitrininde birbirinden güzel, muhteşem pastalar olan pastaneyi es geçemedim, oysa diyete başlamıştım, kendimce... İnsan çok gerilince, baskı altında kalınca cidden saldırıyor neyi seviyorsa ona.. Amaaaan diyorsun, şu an çok kötü hissediyorum, yiyeyim, ne olacak!.....Ekler yemek durumunda kaldım özet olarak...

Devlet, bizde, hep tırsılan bir yerdir.....


12 Ekim 2012 Cuma

ARAF - Yeşim Ustaoğlu - GENÇ KIZLAR ve ERKEKLER de izlemeli.

Genç kızlar (ama neden kızlar, erkekler de) bu filmi muhakkak izlemeli; Çekip giderken, o kız neler yaşayabilir'i görün...

Aşağıdaki yazıyı 12 Ekim'de yazmışım.. Bugün 7 Kasım... Hala aklıma geliyor film ve giderek daha çok beğenmiyorum (garip bir cümle oldu sanırım). İlk 15 dakikası güzeldi, değişik ve pek hoş bir film habercisi gibiydi. Sonradan 3. sf haberleri gibi oldu. İlk 15 dakikadan koptu. Gerçek dışı, kasaba kültürüne uymayan şeyler de vardı (aşağıda yazılı)...Buna daha fazla zaman ayırmayacağımdan çalakalem yazıyorum; gerçekten de kötü bence... Finali ise... tamamen çok kötü...

Ben allı pullu sözler yazamayacağım film hakkında. "Eleştirmen" değilim. Zaten herkes aldığını, algıladığını yazar. Evet. Genç kızlar izlemeli. Elbet erkekler de.

Yeşim Ustaoğlu'nun Pandora'nın Kutusu'nu çok beğenmiştim ve benim için en iyi Türk filmleri listemde en başlardaydı. Seyrettiğim sırada görüşüm buydu.  Altın Koza'da yarışan Araf filmiyle ve En İyi Film seçilmemesi ile ilgili yönetmenin ve diğer bazı kişilerin yorumlarını okuduktan sonra muazzam bir filmle karşı karşıya olacağımızı düşünerek Ege ile sinemaya koştuk.

Başlangıçtaki argo rahatsız etti. Böyle bir filmin argo, yakası açılmadık argolarla başlaması. Ne gerek var? Gereksiz, anlamsız bana göre.

Sonra film karlı, rüzgarlı bir şehirlerarası yolda giden bir aracın iç camından çekilmiş görüntülerle, camlardaki buğu ve bunların arasından yavaş yavaş süzülen su damlalarıyla çok güzel ilerliyor. "Evet herhalde çok hoş bir filmle karşı karşıyayım" diye hazla koltuğa gömülüyorum.

Şehirlerarası yollarda bulunan mola yerindeki yemek verilen banko ve arka taraf (mutfak) arasındaki koşuşturmacaların çekimleri çok güzel, pek de bilmediğimiz bu alanlardaki çalışmalar, zorluk, uykusuz çalışanların yükü, yorgunluğu bizi çarpıyor... Sabah sabah uykulu gözlerle servis beklemeler, eve gitmeler.. Orada ayrı sorunalr... Bazılarının yaşamı ne kadar zor diye geçiriyorum içimden.

Giderek karakterleri tanıyoruz, burada çalışanları, aile durumlarını... Kasabayı.... Ama derken, cinsel çekimden ibaret bir aşka odaklanıyor film, yan karakterleri tam bırakmasa da... Aşk zaten cinsel bir çekim değil mi? Bu yaşta böyle düşünüyorum, gençken de çokça böyle düşünürdüm. Basit bir hormonun bizi felaketlere sürüklemesi, pek çok kızın başını yakması ne acı, ne feci. Yaradan neden böyle istemiş ki. Ne çok kız hamile kalır, aile meclisi öldürür, ya da kız merdivenaltı kürtajda ölür, ya da intihar eder.. Ya da doğurur, öldürür, atar, jandarma yakalar: Bunlar büyük travmalar. Bir kerelik haz, hayatını alır götürür. Korunma da bilinmez elbet. Bilse de umursamaz zaten gidecek olan erkek :(

Kart adamların kızları  yaşındaki kadınlara/kızlara cinsel eğilimler, onları baştan çıkarmaları, "karşılıklı" olsa bile "aşk"ları beni rahatsız eder. Araf'ta hemen hemen karanlıkta geçen ama gayet iyi algıladığımız, genç biri için karşılıklı aşk gibi duran şey benim için zavallı kız ve baştan çıkarıcı erkekten ibaret. Bu bakımdan o sahnede vah vahlanıyorum, rahatsızım. Ama gerçek evet. O anda "kız hayatını mahvetti" dedim büyük bir üzüntüyle. Hemen her dediğime karşı çıkan oğlum allahtan "nereden biliyorsun, her şeye karşı çıkıyorsun" falan demedi.

Klasik öykü... Filmin öyküsünün yazılmasını sevmem tanıtım yazılarında; tüm filmi öğrenmiş olur seyreden.  Buna özen göstererek yazmaya çalışıyorum, ama... zor olduğunu da kabul etmek gerek...

Adam gider, yoluna devam eder, kız bekler bekler bekler... Böyledir...

Ve evet ÇOK gerçekçi bizim de elbet nutkumuzun tutulduğu o trajik, şok edici sekans. En İyi Sanat Yönetmeni ödülünü Osman Özcan bundan dolayı mı aldı acaba? Bilemiyorum sanat yönetmeni tam olarak ne demek, bildiğimi sanıyordum oysa bu filme kadar..

Kimilerince --tabii herkes kendi aldığını, algıladığını yazar - gerçekçilik denmiş, sınıfsallık sözleri edilmiş...
Ben başka açıdan bakıyorum, filmde en gerçekçi olmayan ve benim filmden kopmama neden olan sahne. Toplumumuzda hele ki bir kasabada, değil nişanlı, birbirini tanımayan bir kızla bir kart adam gecelesin diye aynı odada bırakılır mı??? Bu olur mu!!!

Ayrıca, bundan bir adım öncesi, düğün sahnesi... Dakikalarca kızı sarmalamış, nefes aldırmadan dans ediyor adam.. Ongun yan bakıyor, ama o kadar, bir kasaba delikanlısı "bırak lan kızı" demez mi? Diğer misafirler, ahali rahatsız olmaz mı, herkes bakıyor, o kadar. Bunlar gerçekçi değil, doğal değil...

Fakat nasıl anlatmalı, Neslihan.. o kadar o kadar doğal ki. Gerçekçi ki. Oynamadan oynuyor. Umut Veren Oyuncu Ödülü'nü sonuna dek hak etmiş. Nihal Yalçın da... Şu anda sinemamızdaki en başarılı oyuncu kanımca.

Başta da dediğim gibi film girişteki "heyecanlı", akıcı çok kahramanlı ve çeşitli sorunları olan kasaba ve kasabalıyı adeta bırakıp, ritmi kaybedip bu cinsel aşka ve akabindeki trajediye odaklanıyor....

Onlarca yıldır Türk filmlerinde bildiğimiz öykü evet, çok çok çok gerçek şekilde veriliyor, çok zor bir çekim olmalı tuvalet sahnesi. Ve Neslihan müthiş.

Gelelim sonunun eleştirisine. Ben kimi yazarlar gibi "olgunlaştılar bir araya geldiler" demiyorum. Ne kadar sevgileri vardı ki. Kız oğlanın asılmalarına, kurlarına mahzun-kızgın-memnun "amaaan git başımdan" diyordu...

Sonunda "kurtuluş" için ona sığınması...Bu evlilikten hayır gelebilir mi? Oğlan, olan biteni kızın başına kakmadan bir gün geçirebilirler mi? Sonra başlar itme, kakma, dayak....

Bu kadının tek başına ayakta duramayıp erkeğe sığınması -- evet da çoğunlukla böyle olur, gerçekçi o bakımdan -- ama rahatsız oldum, karşıyım; bu son, bana Şerif Gören'in -- Gizli Duygular mıydı adı?--               filminin --o yaşımda (1984) çok güzel bulmuştum! sonu hariç -- Müjde Ar'ın sokağa çıkıp başka bir delikanlı bulup onunla taksiye binmesi ile film çuvallıyordu. Şaka gibiydi. O yıllarda "kadın" filmleri yapılıyordu, ancak bu filmde kadın, çivi çiviyi sökerle "kurtuluyordu". Olmaz ki! :(

Araf'ta da buna benzer oldu...

Derya'ya gidip bir hayat kursa... İdeali belki buydu; içimden geçen. Ama gerçekçi olur muydu?

Sonra... burada Tarkovski'nin sanata, sanatçıya dair sözlerini etmeli de kitap açmam gerek, irticalen yazamayacağım.. Ama şunu demek isterim sanat bu kadar gerçekçi mi olmalı??? İzleyene birazcık da olsa umut vermemeli mi? Gerçekleri biliyoruz, ve her gün gazeteyi açtığımız bakıp kahroluyoruz zaten. O zaman amaç ne Ali Şimşek hocamın "ağır gerçekçi" dediği filmlerle? Haneke'nin Funny Games'inde de şiddet hakkında da benzer şeyi tartışmıştık.

Haaa ama bu filmi, evet kızlar erkekler seyretsin de bir anlık ve de korunmasız hazdan neler olabilir, oluyor, tam olarak öğrensinler. Bana göre, bu açıdan faydalı ve başarılı bir film... de kaç kişi izleyecek :(